Sadettin Ökten, 1942 yılında İstanbul’da doğmuş, 1959’da Vefa Lisesi’ni, 1964’te de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirmiştir. Aynı yıl İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde akademik hayata başlamış, 1971-73 yıllarında iki yıl süre ile ABD’de misafir doktora öğrencisi olarak bulunmuştur. 1977’de doktor unvanı alan Sadettin Ökten, 1979-80 akademik yıllında Belçika’da araştırmalar yapmış ve 1982’de doçentliğe yükselmiştir. 1985 yılında MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’ne geçmiş, 1989’da profesör olmuş ve 2004 yılında da kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
Sadettin Ökten hâlen hem meslekî faaliyetine hem de kültür, medeniyet ve bilim tarihi konularındaki çalışmalarına devam etmektedir. Yayımlanan kitaplarından bazıları şunlardır: Fincanımda Cola Var (2014), Örselenmiş Osmanlı’dan Medeniyet Umuduna (2013), Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı (2012), Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar (2008).
Vakıf nedir? İslâm tarihindeki tecrübeden de yola çıkarak vakıf pratiğimizi anlatabilir misiniz?
- Kur ’ân ’da doğrudan doğruya vakıf kelimesi geçmiyor. Ama insanlara hayır yapmak, malı Allah yolunda sarf etmek, müminlere, muvahhitlere emredilen bir husus. Bu hususu veyahut başka emirlerin tatbikatını Cenâb-ı Peygamber’in sünnetinden öğreniyoruz. Dolayısıyla bu hayrat nasıl yapılacak, malın hizmete tahsisi nasıl olacak, Efendimiz ’in sünnetinden öğrenmekteyiz. Bu sünnete bir hurma bahçesi var ve Efendimiz bunu vakfetmişler. Ayrıca mallarını, hurma bahçelerini vakfetmek isteyen Hz. Ömer ve Hz. Osman’a da kuralları söylemişlerdir. Yani vaz olunan pratik oradan geliyor. Daha sonra gelen âlimler ve fukaha hazerâtı bunu tanımlamış. Şöyle deniyor: Bir malı mâliki Cenâb-ı Allah olmak üzere -zaten bütün varlığın sahibi Allah’tır- tanımlandığı vakit bu malı alıp satamıyor ve hibe edemiyorsun. Bir malı Allah’ın mülküne tevdi ettiğiniz zaman bundan rücû da edemiyorsunuz. Hükmen bu mal Allah’ın malıdır, diyorsunuz ve bu maldan gelen menfaati de kullara dağıtıyorsunuz. Vakfın temel şartı budur. Bu mal ayakta kaldığı, yıkılmadığı, yanmadığı sürece çalışacak mânasındadır. Bunun da mânası ibadullahtır.
Medeniyetimizde vakıfların işleyişi nasıldır? Bu vakıf eserlerini ayakta tutmak için ne gibi müeyyideler konulmuş?
- Vakıf eserini evvelâ bir beyannâme, bir bildirge (vakfiye) ile kayıt altına alıyorsunuz. Bu da dinî bir emirdir (Alışverişleri kayıt altına almak (Bakara, 282). Kayıt altına almak yetmiyor. Bu kaydı devlet otoritesine tescil ettirmeniz lazım. Biz eskiden notere kâtib-i âdil derdik. O zaman ki devlet otoritesi kadı sicilidir. Kadıya gidiyorsunuz kayıt altına aldığınız vakfiyeyi kadı huzurunda tescil ettiriyorsunuz. Bu vakfiyenin içerisinde bir sistem var. Temlik ettiğiniz malı vâkıf olarak nasıl idare edeceksiniz bunun izahı, açıklaması yapılıyor. Bu malı hangi kadro idare edecek, bun da mütevelli diyoruz. Bir şahıs veya heyet olabilir. Bir de bu malın idamesi için lazım gelen insanların hizmetliler yazılıyor. Eskiden bu hizmetleri gören insanlara hademe-i hayrat deniliyordu. Bir de vakfiyenin başında bir dibâce vardır. Orada da bu işin esbâb-ı mûcibesini yazar. Burası çok mühimdir. Burada işin felsefesi anlatılır. Diğer kısımlar işleyişle ilgili kısımlardır. Bunun müeyyidesi ise insanların vicdanlarına tevdi edilmiştir. Bir şart konuluyor vakfiyeye Allah’ın laneti. Eğer bu vakfın ahlâkına, gereklerine riayet etmezseniz Allah’ın laneti üzerinize olsun denilir. Modernist zihniyette çok subjektif bir şey ama o zamanlar geçerli olan bir müeyyide ve en ağır bir müeyyide. Adama kırk sopa vursan adam kurtuldum diyecek ama bu böyle değil. Bu lânette vâkıfın niyeti şöyle bu dünya durdukça bu vakıf devam etsin. Bunu elinde dünya malı olanlar yapabiliyor. Ama bu çok kolay bir şey değil. Elinizdeki serveti, imkânı kendinizden koparıp ayırıyorsunuz ve bir başka istikamette kullanıyorsunuz. Bu beşerin insiyakına da muhalif bir şey. Yine inanç devreye giriyor. Hadiste buyurulduğu gibi amel defteri kapanmayan üç kişiden birisi de sadaka-i câriye, akan sadaka, devam eden sadaka demektir ki o da bu konumuzu karşılamaktadır. Ayrıca insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır, hadisini düstur edinip, buna inanıyor ve malını böyle bir işe hasrediyor. Vakıf bu anlamda kimseye külfet getirmeden birçok kişiye hizmet götürüyor. Kendi kendine dönüyor.
Buradan hareketle vakıfların çeşitleri de var değil mi?
- Hasenat vakıfları ve akaret vakıfları var. Hasenat vakfı hizmet için kurulmuş vakıflardır. Akaret vakfında ise gelir getirecek vakıf eserleri vardır. Hamam, kervansaray yapıyor. Belki şimdi olsa AVM yapacak. Gelir getiren tesis yapıyor. Meselâ Sokullu Mehmet Paşa aslen Sırptır. Dirini Köprüsü’nü yaptırıyor. Köprünün bakımı onarımı için köprünün başına bir han yaptırıyor. Hem insanlar o handa konaklayacaklar hem de köprü tamir edilecek. Ayrıca arazî vakıfları yapıyorlar. Akaret vakfından gelen gelirle hasenat vakfı dönüyor. Böylece devlete 5 kuruş bir külfeti olmuyor. Şimdiki yap-işlet-devret modelinin yap-bilâ bedel devret gibi bir durumu olmuş oluyor. Kapital dünyada durum farklı adam kazanmadan devretme durumu olmuyor. Burada ise kazanmadan devretme söz konusu. Neticede böyle bir sistem kurulmuş.
İstanbul’un tarihi mirasına baktığımız zaman vakıflar eliyle şehrin inşa edildiğini görüyoruz. Bu hususta neler söyler siniz?
- İstanbul biliyorsunuz bir pagan ve antik Yunan şehri. Aşağı yukarı 1200 sene bir hıristiyan Ortodoks şehridir. Mühim bir şehirdir. Fatih’in fethinden sonra şehir dönüşmeye başlıyor. Dönüştürme işi mühim. Moğollar Anadolu’ya geldiler. Kösedağ’da müslümanları yendiler. Kösedağ Savaşı 1243 tarihindedir. Moğol hanının İslâm’ı kabulü ise 1307’dir. Dominant askerî güç, dominant kültüre ittibâ etti, dönüştü. İstanbul’da da böyle olabilirdi. Bir ara Fatih hıristiyan oldu şeklinde şeyler konuşuldu. Fatih hıristiyan olabilirdi, niye olmadı diyen de var. Olmadı. Çünkü kendinden emindi. Aynı şey Roma ile Cermenler arasında da oldu. Batı Roma’yı Cermenler yıktılar. Askerî güç onlardaydı. Ama çok geçmeden Cermenler de Roma’nın dinine ve kültürüne ittibâ ettiler. Fiziksel güç vardı ama Roma kalben ve onlardan daha güçlü idi. Onları dönüştürdü. Ecdâdımız İstanbul’u fethettikleri zaman gördükleri Ayasofya idi. Ayasofya karşısına o dönemde ortaya koyulan Bursa Ulu Camii var. Mimarî çok görünen bir şeydir. Sizin olmazsa bizim niye yok dersiniz. O dönemde Edirne’de Üç Şerefeli Camii var, Eski Camii var ama Selimiye yok. Bu ve buna benzer birikimle gelmişler ve şehri dönüştürmeye başlamışlardır. Önce mekânı dönüştürmüşler. Neden? Çünkü mekân dönüşmeden insanın dönüşmesi mümkün değildir. Göre göre insan bazı şeylere alışıyor. Yaşaya yaşaya . . . Yaşamak için de mekâna ihtiyacınız var. Mekânın da bir ruhu var. Taşın toprağın ruhu olmaz. Onu inşa eden adamın ruhu, rengi o mekâna siner. Sizi o mekân besler veya zehirler. Fatih, Fetihten sonra 1462’de bir ferman yayımlanıyor. O fermanda, “vezirlerim, ricâlim hali vakti yerinde olanlar, bu şehirde o vakte kadar görülmemiş bir külliye yaptırsınlar”, diyor. Herkes kendi imkânı muvâcehesinde. Kendi de yaptırmaya başlıyor. Kendi yaptırmaya başlıyor. Kendi yaptırdığı külliye ise Fatih Camii’nin bulunduğu yerdir. Burada Havariyyûn Kilisesi vardır. Bizans son zamanlarında şehre bakamıyor. Şehir çok pahalı. Şehirde yaşamak aslında pahalıdır. Ama şehri imar ederseniz şehirde kimliğiniz gelişir, var olursunuz. Aksi halde başka medeniyet tasavvurları sizi eritir. Halk ne kadar anlatsanız anlamayabilir. Görecek, duyacak, dokunacak . . . Fatih şehri alır almaz Ayasofya’yı bir külliye haline getirme başlıyor. Külliyeye dönüşme zaman alıyor. Bu şehri külliyelerle yani vakıf müessesinin kurumları ile dönüştürüyorlar. Külliye hayatın bütün iştiraklerini sağlayan bir müessesedir. İnsanların zihninde tevhidi bir hayat anlayışı var. Hayata baktıkları zaman bir vahdet ve bütünlük görüyorlar. Bu bütünlüğü bozan faaliyetleri ya gayri ahlâkî ya da gayri hukukî olarak değerlendiriyorlar. Bunun da mekâna yansıması külliyelerdir. Külliyelerin reisi camidir. İnsanları toplamaktır. Onun hemen yanında bu camiyi besleyecek medreseleri vardır, medreselerin yanında ise tekkeleri vardır. İçinde bulunduğumuz mekân da 1570 tarihinde yapılmış bir külliyedir. Burada bunu görüyoruz. Şu anda zihnimizde bu medeniyet tasavvuruna ait bütünlük kaybolduğu için biz külliyeyi tasavvur edemiyoruz. Zaten mekân da bölünmüş vaziyette. Şu an cami ayrı, medrese ayrı . . . Eskiden dağınıklık daha fazla idi. Şu anda restorasyonlar sonrası toparlanmaya çalışılıyor. Bu külliyeler hayatın içinde ve halka hizmet ediyorlar. Beş kuruş parada almıyorlar. Bunların birincisi 1470’lerde yapılan Fatih Külliyesi’dir. İkincisi Fatih’in oğlu II. Beyazıt. Külliyesi’dir. Bizans meydanına yapıyor külliyesini. Mâlumunuz Bizans’ta, Roma’da meydan çok önemlidir. Meydanlarda medeniyet tasavvurunu müşahhas halde görüyorsunuz.
Sadettin Ökten, 1942 yılında İstanbul’da doğmuş, 1959’da Vefa Lisesi’ni, 1964’te de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirmiştir. Aynı yıl İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde akademik hayata başlamış, 1971-73 yıllarında iki yıl süre ile ABD’de misafir doktora öğrencisi olarak bulunmuştur. 1977’de doktor unvanı alan Sadettin Ökten, 1979-80 akademik yıllında Belçika’da araştırmalar yapmış ve 1982’de doçentliğe yükselmiştir. 1985 yılında MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’ne geçmiş, 1989’da profesör olmuş ve 2004 yılında da kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
Sadettin Ökten hâlen hem meslekî faaliyetine hem de kültür, medeniyet ve bilim tarihi konularındaki çalışmalarına devam etmektedir. Yayımlanan kitaplarından bazıları şunlardır: Fincanımda Cola Var (2014), Örselenmiş Osmanlı’dan Medeniyet Umuduna (2013), Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı (2012), Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar (2008).
Vakıf nedir? İslâm tarihindeki tecrübeden de yola çıkarak vakıf pratiğimizi anlatabilir misiniz?
- Kur ’ân ’da doğrudan doğruya vakıf kelimesi geçmiyor. Ama insanlara hayır yapmak, malı Allah yolunda sarf etmek, müminlere, muvahhitlere emredilen bir husus. Bu hususu veyahut başka emirlerin tatbikatını Cenâb-ı Peygamber’in sünnetinden öğreniyoruz. Dolayısıyla bu hayrat nasıl yapılacak, malın hizmete tahsisi nasıl olacak, Efendimiz ’in sünnetinden öğrenmekteyiz. Bu sünnete bir hurma bahçesi var ve Efendimiz bunu vakfetmişler. Ayrıca mallarını, hurma bahçelerini vakfetmek isteyen Hz. Ömer ve Hz. Osman’a da kuralları söylemişlerdir. Yani vaz olunan pratik oradan geliyor. Daha sonra gelen âlimler ve fukaha hazerâtı bunu tanımlamış. Şöyle deniyor: Bir malı mâliki Cenâb-ı Allah olmak üzere -zaten bütün varlığın sahibi Allah’tır- tanımlandığı vakit bu malı alıp satamıyor ve hibe edemiyorsun. Bir malı Allah’ın mülküne tevdi ettiğiniz zaman bundan rücû da edemiyorsunuz. Hükmen bu mal Allah’ın malıdır, diyorsunuz ve bu maldan gelen menfaati de kullara dağıtıyorsunuz. Vakfın temel şartı budur. Bu mal ayakta kaldığı, yıkılmadığı, yanmadığı sürece çalışacak mânasındadır. Bunun da mânası ibadullahtır.
Medeniyetimizde vakıfların işleyişi nasıldır? Bu vakıf eserlerini ayakta tutmak için ne gibi müeyyideler konulmuş?
- Vakıf eserini evvelâ bir beyannâme, bir bildirge (vakfiye) ile kayıt altına alıyorsunuz. Bu da dinî bir emirdir (Alışverişleri kayıt altına almak (Bakara, 282). Kayıt altına almak yetmiyor. Bu kaydı devlet otoritesine tescil ettirmeniz lazım. Biz eskiden notere kâtib-i âdil derdik. O zaman ki devlet otoritesi kadı sicilidir. Kadıya gidiyorsunuz kayıt altına aldığınız vakfiyeyi kadı huzurunda tescil ettiriyorsunuz. Bu vakfiyenin içerisinde bir sistem var. Temlik ettiğiniz malı vâkıf olarak nasıl idare edeceksiniz bunun izahı, açıklaması yapılıyor. Bu malı hangi kadro idare edecek, bun da mütevelli diyoruz. Bir şahıs veya heyet olabilir. Bir de bu malın idamesi için lazım gelen insanların hizmetliler yazılıyor. Eskiden bu hizmetleri gören insanlara hademe-i hayrat deniliyordu. Bir de vakfiyenin başında bir dibâce vardır. Orada da bu işin esbâb-ı mûcibesini yazar. Burası çok mühimdir. Burada işin felsefesi anlatılır. Diğer kısımlar işleyişle ilgili kısımlardır. Bunun müeyyidesi ise insanların vicdanlarına tevdi edilmiştir. Bir şart konuluyor vakfiyeye Allah’ın laneti. Eğer bu vakfın ahlâkına, gereklerine riayet etmezseniz Allah’ın laneti üzerinize olsun denilir. Modernist zihniyette çok subjektif bir şey ama o zamanlar geçerli olan bir müeyyide ve en ağır bir müeyyide. Adama kırk sopa vursan adam kurtuldum diyecek ama bu böyle değil. Bu lânette vâkıfın niyeti şöyle bu dünya durdukça bu vakıf devam etsin. Bunu elinde dünya malı olanlar yapabiliyor. Ama bu çok kolay bir şey değil. Elinizdeki serveti, imkânı kendinizden koparıp ayırıyorsunuz ve bir başka istikamette kullanıyorsunuz. Bu beşerin insiyakına da muhalif bir şey. Yine inanç devreye giriyor. Hadiste buyurulduğu gibi amel defteri kapanmayan üç kişiden birisi de sadaka-i câriye, akan sadaka, devam eden sadaka demektir ki o da bu konumuzu karşılamaktadır. Ayrıca insanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır, hadisini düstur edinip, buna inanıyor ve malını böyle bir işe hasrediyor. Vakıf bu anlamda kimseye külfet getirmeden birçok kişiye hizmet götürüyor. Kendi kendine dönüyor.
Buradan hareketle vakıfların çeşitleri de var değil mi?
- Hasenat vakıfları ve akaret vakıfları var. Hasenat vakfı hizmet için kurulmuş vakıflardır. Akaret vakfında ise gelir getirecek vakıf eserleri vardır. Hamam, kervansaray yapıyor. Belki şimdi olsa AVM yapacak. Gelir getiren tesis yapıyor. Meselâ Sokullu Mehmet Paşa aslen Sırptır. Dirini Köprüsü’nü yaptırıyor. Köprünün bakımı onarımı için köprünün başına bir han yaptırıyor. Hem insanlar o handa konaklayacaklar hem de köprü tamir edilecek. Ayrıca arazî vakıfları yapıyorlar. Akaret vakfından gelen gelirle hasenat vakfı dönüyor. Böylece devlete 5 kuruş bir külfeti olmuyor. Şimdiki yap-işlet-devret modelinin yap-bilâ bedel devret gibi bir durumu olmuş oluyor. Kapital dünyada durum farklı adam kazanmadan devretme durumu olmuyor. Burada ise kazanmadan devretme söz konusu. Neticede böyle bir sistem kurulmuş.
İstanbul’un tarihi mirasına baktığımız zaman vakıflar eliyle şehrin inşa edildiğini görüyoruz. Bu hususta neler söyler siniz?
- İstanbul biliyorsunuz bir pagan ve antik Yunan şehri. Aşağı yukarı 1200 sene bir hıristiyan Ortodoks şehridir. Mühim bir şehirdir. Fatih’in fethinden sonra şehir dönüşmeye başlıyor. Dönüştürme işi mühim. Moğollar Anadolu’ya geldiler. Kösedağ’da müslümanları yendiler. Kösedağ Savaşı 1243 tarihindedir. Moğol hanının İslâm’ı kabulü ise 1307’dir. Dominant askerî güç, dominant kültüre ittibâ etti, dönüştü. İstanbul’da da böyle olabilirdi. Bir ara Fatih hıristiyan oldu şeklinde şeyler konuşuldu. Fatih hıristiyan olabilirdi, niye olmadı diyen de var. Olmadı. Çünkü kendinden emindi. Aynı şey Roma ile Cermenler arasında da oldu. Batı Roma’yı Cermenler yıktılar. Askerî güç onlardaydı. Ama çok geçmeden Cermenler de Roma’nın dinine ve kültürüne ittibâ ettiler. Fiziksel güç vardı ama Roma kalben ve onlardan daha güçlü idi. Onları dönüştürdü. Ecdâdımız İstanbul’u fethettikleri zaman gördükleri Ayasofya idi. Ayasofya karşısına o dönemde ortaya koyulan Bursa Ulu Camii var. Mimarî çok görünen bir şeydir. Sizin olmazsa bizim niye yok dersiniz. O dönemde Edirne’de Üç Şerefeli Camii var, Eski Camii var ama Selimiye yok. Bu ve buna benzer birikimle gelmişler ve şehri dönüştürmeye başlamışlardır. Önce mekânı dönüştürmüşler. Neden? Çünkü mekân dönüşmeden insanın dönüşmesi mümkün değildir. Göre göre insan bazı şeylere alışıyor. Yaşaya yaşaya . . . Yaşamak için de mekâna ihtiyacınız var. Mekânın da bir ruhu var. Taşın toprağın ruhu olmaz. Onu inşa eden adamın ruhu, rengi o mekâna siner. Sizi o mekân besler veya zehirler. Fatih, Fetihten sonra 1462’de bir ferman yayımlanıyor. O fermanda, “vezirlerim, ricâlim hali vakti yerinde olanlar, bu şehirde o vakte kadar görülmemiş bir külliye yaptırsınlar”, diyor. Herkes kendi imkânı muvâcehesinde. Kendi de yaptırmaya başlıyor. Kendi yaptırmaya başlıyor. Kendi yaptırdığı külliye ise Fatih Camii’nin bulunduğu yerdir. Burada Havariyyûn Kilisesi vardır. Bizans son zamanlarında şehre bakamıyor. Şehir çok pahalı. Şehirde yaşamak aslında pahalıdır. Ama şehri imar ederseniz şehirde kimliğiniz gelişir, var olursunuz. Aksi halde başka medeniyet tasavvurları sizi eritir. Halk ne kadar anlatsanız anlamayabilir. Görecek, duyacak, dokunacak . . . Fatih şehri alır almaz Ayasofya’yı bir külliye haline getirme başlıyor. Külliyeye dönüşme zaman alıyor. Bu şehri külliyelerle yani vakıf müessesinin kurumları ile dönüştürüyorlar. Külliye hayatın bütün iştiraklerini sağlayan bir müessesedir. İnsanların zihninde tevhidi bir hayat anlayışı var. Hayata baktıkları zaman bir vahdet ve bütünlük görüyorlar. Bu bütünlüğü bozan faaliyetleri ya gayri ahlâkî ya da gayri hukukî olarak değerlendiriyorlar. Bunun da mekâna yansıması külliyelerdir. Külliyelerin reisi camidir. İnsanları toplamaktır. Onun hemen yanında bu camiyi besleyecek medreseleri vardır, medreselerin yanında ise tekkeleri vardır. İçinde bulunduğumuz mekân da 1570 tarihinde yapılmış bir külliyedir. Burada bunu görüyoruz. Şu anda zihnimizde bu medeniyet tasavvuruna ait bütünlük kaybolduğu için biz külliyeyi tasavvur edemiyoruz. Zaten mekân da bölünmüş vaziyette. Şu an cami ayrı, medrese ayrı . . . Eskiden dağınıklık daha fazla idi. Şu anda restorasyonlar sonrası toparlanmaya çalışılıyor. Bu külliyeler hayatın içinde ve halka hizmet ediyorlar. Beş kuruş parada almıyorlar. Bunların birincisi 1470’lerde yapılan Fatih Külliyesi’dir. İkincisi Fatih’in oğlu II. Beyazıt. Külliyesi’dir. Bizans meydanına yapıyor külliyesini. Mâlumunuz Bizans’ta, Roma’da meydan çok önemlidir. Meydanlarda medeniyet tasavvurunu müşahhas halde görüyorsunuz.
Beyazıt’ın camisi, kütüphanesi, medresesi var bugün ama dağınık haldedir. Üçüncüsü Yavuz Sultan Selim Külliyesi’dir. Bunu Kanûnî yaptırmıştır. Yavuz’a yaptırmak kısmet olmamıştır. Çarşamba’dan öteye gittiğiniz zaman kartal yuvası gibi durur. Dördüncüsü Kanûnî’nin yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi’dir. Bakın vezir ve hanım sultan külliyelerini saymıyorum. Sonra Sultan I. Ahmet’in külliyesi var. Devam ediyoruz Nuruosmaniye Külliyesi vardır. Yani Cami, üç tane hanım sultan külliyesidir. En son Laleli’de III. Mustafa Külliyesi vardır. Tarihî yarımadanın içinde on tane külliye vardır. 250 sene sürüyor. Hepsi de vakıf sistemi ile çalışıyor. Padişah kendine düşen maldan, hisse-i şâhâneden ayırıyor, ödüyor. Bir külliye yapıyor. Vakfiyesini yazıyor, kadı onaylıyor. Külliye bu sosyal şartlar devam ettiği sürece -yani tarım toplumu, Hanefî fıkhı ve monarşi (saltanat) – çalışıyor. Bunların çalışmadığı zamanlar sanayi devrimi ile dünya ülkelerinin ortaya çıkması ile İngiliz hâkimiyetinin İslâm medeniyetine tasallutu ile bunlar yavaş yavaş hayatın dışına itilmeye başlıyor. Dolayısıyla vakıf medeniyetinin özgün haliyle tarihî yarımadayı dönüştürmesi 250 yılı almıştır. Burada ciddi bir medeniyet tasavvuru ortaçağ, Ortodoks 1200 yıl, 250 sene zarfında Müslüman, Sünnî, Hanefî bir tasavvura dönüşmüştür, İstanbul. Üsküdar’da da 5 tane hanım sultan külliyesi vardır. Gülnûş Hatun, Vâlide-i Atik (16.Asır), Kösem Sultan (17. Asır), Gülnûş Emetullah, Mihrimâh sultanlar . . . Bunların fethi İstanbul’dan 100 sene öncedir. Böylece ne olmuş oluyor. Hayatın içinde aktif yaşamış oluyor. Bugün cami, aktif hayatın içinde yaşamıyor. Çok kenarında değil, içinde de değil. Bugün cami, hayatı domine ediyor. Batıda da kilise hayatı domine etmiyor. Kültür ve turistik mânada var. Türkiye’de de bu böyle. O gün cami, hayatı domine ediyordu. Siyasal otorite sözünü dinletemez. İmkânı var ve sözünü dinletiyor. İnsanlar sözden önce imkân isterler. Bu imkân maddî imkân olur, askerî, ilmî imkân olabilir. Böyle bir düzen varmış. Şimdi biz bu düzeni uç dalgaları ile yaşıyoruz. O düzenin sonunu kullanıyoruz. Yeni post modern bir çağda yeni bir medeniyet açılımı getirebilir miyiz diye bakıyoruz. Çünkü artık batıdan alacağımız bir şey yok, onlara da bir şey vermemize gerek yok. Batı artık bir çıkmaza girdi. Biz yeniden uyanmaya çalışıyoruz. Yeni bir vakıf sistemi kurabilir miyiz, diye. Ama zihniyet değişmedikçe ve rasyonel düşüncenin dışına çıkmadıkça bu tasavvuru kuramayacağımızı biliyorum.
‘’Bugün cami, aktif hayatın içinde yaşamıyor. Çok kenarında da değil, içinde de değil. Bugün cami, hayatı domine etmiyor. Hayatı başka bir şey domine ediyor. Batıda da kilise hayatı domine etmiyor. Kültür ve turistik mânada var. Türkiye’de de bu böyle. O gün cami, hayatı domine ediyordu.’’
Bugün bu çağda bu insanı ortaya koyabilir miyiz? Sebep sonuç ilişkisini reddetmeyen ama sebep sonuç ilişkisini reddetmeyen ama sebep sonuç ilişkisine mâhkum olmayan bir insan tipi ortaya koyabilir miyiz? Yani ‘’ ben şunu yapamazsam aç kalırım, ölürüm’’ ü mutlak doğru kabul eden bir insan tipinin dışında başka bir insan tipi ortaya koyabilir miyiz? Bunu çabası ve gayreti içinde olmamız lazımdır diye düşünüyorum. Şu an Türkiye biliyorsunuz tekke lafını edemiyor. Bize ait bir şey ama o kare zihninde yok. Üç ayaklı sac ayağının biri kopmuş ve bunun adını bile söyleyemiyor. Korkmasından da değil belki ama o kare silinmiş zihninde. Camiyi biliyor, medreseyi iyi kötü görüyor.
‘’İnsanların zihninde tevhidi bir hayat anlayışı var. Hayata baktıkları zaman bir vahdet ve bütünlük görüyorlar. Bu bütünlüğü bozan faaliyetleri ya gayri ahlâkî ya da gayri hukukî olarak değerlendiriyorlar. Bunun da mekâna yansıması külliyelerdir.’’
Ama tekkede ortaya çıkan muhabbet olmayınca hayat yaşanmaz hâle geliyor. Bir yerde muhabbet varsa menfaat geri çekilir. Şu anda her şeyin menfaate mebni olduğu bir düzlemde yaşıyoruz. Muhabbet yok. Bu lojik bir Türkiye. Ama Cenâb-ı Hak lojik davranmıyor. Kader diye bir şey var. Olmaz diyorsunuz ama oluyor. Avrupalı da kilisesine gidiyor. Kiliseden çıkınca cübbesini atıyor şimdi hayatımızı yaşayalım diyor. Orada da din, hayatı domine etmiyor. Dini reddetmiyor, din faydalı bir şey ama din hayatı domine etmesin. Kim etsin? Ben edeyim diyor. Ve batılılar bunu kabul etmiş. Neden? Kilise yıllardır kendisini çok aldatmış. Adamların inanacak gücü kalmamış. İnanç da çünkü bir güçtür, sâfiyâne bir histir. Şu an post modernite okuyorum. Batılı insan kiliseden sonra âlimlere inandı diyor. Newton, Einstein’a inandı ama onların çizdiği dünya da harap oldu. Şimdi batılı insan inanmak istiyor ama inanç hânesi laçka oldu. Bir şeye inanamıyor. Biz inanıyoruz ve öldükten sonra bir hayatın varlığını da kabul ediyoruz. Ancak inancımızın ortaya koyduğu hayatı yaşamıyor, yaşayamıyoruz. Yapacağımız çok şey var ama yapmıyoruz. Vakıflar meselesinde de inşallah o eski anlayışta yeni vakıflar kurabiliriz.
Sizce şu an devam eden modern vakıflar İstanbul’u dönüştürebilir mi?
Benim gördüğüm şu anda çok zor. İnsanların şu an beklentisi madde üzerine. Kenara çekilenlere marjinal, başarısız deniyor. Öyle önder çıkmalı ki insanları yönlendirsinler, etki altına alsınlar ve onlar müstağni kalsınlar. İnşallah onlar ortaya çıkar diye düşünüyorum. Şu anda toplumu kapitalistler yönlendiriyor. Bunların kimliğini tartışmak hakkımız ve haddimiz değil. Sadece şuna bakalım seçim çalışmalarında insanlara sadece madde vaad ediliyor. Demek ki daha çok yol almamız lazım. Maddesiz hayat olmaz. Bu bir hakikat elbette. Şu an burası ısınmazsa burada oturamayız. Ama içinde bulunduğumuz küçük odacıkta gayet rahat oturup konuşabiliyoruz. Peki, bir de evlerimize bakalım bu odaların beş katı. Neden? Salon büyük olacak anlayışı var. Evet, şu an ihtiyacımız madde ama ona hükmetmemiz lazım. Şu anda o bize tasallut etmiş vaziyettedir. O yüzden buradan bir medeniyet tasavvuru çıkması zor. Ama biz bir kimlik arıyoruz. Çünkü dünyanın şu an bize vereceği bir kimlik yok, madde yok. Şark da şu an perişan . . . Ancak vakıf medeniyeti gibi yap-devret ile bu işi başarabileceğiz. Şu anda bir oluşum ve bir çaba içerisindeyiz.
Vakıf müesseselerinin ayakta durması neyle mümkün olacak?
-Vakıf insanı vakfı kuruyor ve o da kendi insanını üretmeye başlıyor. Bu müesseselerin ayakta durması için belki bir davranışımızı hasbetenlillah yapıyorsak o da makbule geçecektir. Bunu insanlara göstermemiz lazım. Hasbetenlillah, muhabbetle, yüzümüz gülerek . . . Annem derdi ki adam vardır kaşıyla yedirir, sapıyla çıkarır. Türkçe ‘de güzel bir şey var. Zekât keçisi, en kötüsünü verenler için kullanılır. Öyle değil. Muhabbetle yaparsak o bizim maddî zararımızı telâfi edecektir. Ben nasip kelimesini kullanmaya gayret ederim. Şans kelimesini pek kullanmam. Nasip etmişse etmiştir, diye bakarsak bir zaman sonra bu ihlasımız bize döner ve bizi bir başka düzleme taşır. Sonuçta dönüşüm bir insanla başladı. Çünkü murâd-ı ilâhî öyle. Meselâ bir zaman bir yerde derse gidiyordum, yolda araçların arasında su satan insan vardı. Kendi kendime dedim eğer eskiden olsaydı birisi su vakfı kurar trafikte bekleyen insanlara bedelsiz su dağıtırdı. Hatta para teklif edenlere ‘’ efendim ne parası, dua edin yeter ‘’ derdi. Hatta otopark vakfı kurardı belki ecdâdımız. Para teklif edilirse ne ‘’ ne lüzumu var, dua edin yeter derdi’’ herhalde. Şehirde kamunun istifade edeceği bir alt yapıyı rahat rahat istifade edeceği alanları kurmamız lazım. Bu bir anlayış meselesidir.
Babanız merhum Celaleddin Ökten de kendini ilme, talebeye vakfeden bir vâkıf insandı. Bu noktada neler söyler siniz?
-Ben babamın o vâkıf olma halini bilmeden bazı şeyleri almışım. En azından öyle diyorlar. Üniversitede hoca iken odama talebeler gelirdi. Sürekli çay kaynardı. Onlara çay ikram eder, problemlerini çözmeye çalışırdım. Üniversitede arkadaşlar da keşke bizim de vaktimiz olsa da böyle yapsak, derlerdi. İnşallah yaparsınız, derdim. Bu boş vakitle alakalı değil. Bu zaten benim işim diye bakıyorum, meseleye. Hayata bakışınız yaşam tarzınız, madde ile olan ilişkiniz, insanlarla olan ilişkilerinizi etkiliyor. Menfaate dönükse o da etkileyecektir. Muhabbete dönükse o da etkileyecektir. Oran meselesi. Babam ben 19 yaşımda iken vefât etti. Sonra Mahir Bey, Nurettin Bey, Ali Nihat Tarlan vs. zevâtla temasımız oldu. Her sorumuza gülümseyerek cevap verirlerdi. Bizi hiç küçümsemezlerdi. Zaman zaman size ders olması için ikaz babında azarlarlardı. Şimdi düşünüyorum, bazen çok saçma sorular da sormuşum. Ancak hep yumuşaklıkla cevap vermişler. Hep kavl-i leyyin üzere olmuşlar. Hiç istihzâ etmeden, bu soruda nerden çıktı, demeden cevaplamışlar. 1964 yılında Teknik Üniversite’ye geldiğim zaman da orada da aynı havayı gördüm. Çünkü hepsi Osmanlı terbiyesi almış insanlardı. Şimdilerde hayatımızda yeni bir safha açıldı. Para kazanıyoruz. Maddî endişelerimiz fazla. Madde üzerinden kişilik inşa ediyoruz. Hep dua ediyorum. İnşallah bu evreyi çabuk atlatırız da eski günlere yaklaşırız. Maddiyâtın sahibi Allah’tır. O size verdiği kadar var olursunuz. İlim de, fazilet de hikmet de böyledir.
Yorum Yaz